TMMOB Peyzaj Mimarları Odası
TMMOB
Peyzaj Mimarları Odası
UCTEA CHAMBER OF LANDSCAPE ARCHITECTS

KÜRESELLEŞME- SU POLİTİKALARI VE ÜLKEMİZDE YAŞANANLAR

MERKEZ
01.08.2011

Küresel su politikaları nedir ne zaman ve nasıl hayatımıza girmiştir, bu konuları birlikte değerlendirmeden önce küresel/küreselleşme nedir? Bu kavramı açmak istiyorum. Küreselleşme kavramı, hem burjuva ideologlarının bu kavrama yükledikleri anlam itibari ile hem bir gerçekliği bir ideolojiyi barındırır ve sermayenin dünyayı bütünleştirme ve ulusal sınırları aşma eğiliminin bir ifadesi olarak ortaya çıkar.

Küreselleşme- Su Politikaları ve Ülkemizde Yaşananlar

Redife KOLÇAK

TMMOB Peyzaj Mimarları Odası/Genel Sekreter

Küresel su politikaları nedir ne zaman ve nasıl hayatımıza girmiştir, bu konuları birlikte değerlendirmeden önce küresel/küreselleşme nedir? Bu kavramı açmak istiyorum. Küreselleşme kavramı, içinde hem bir gerçekliği hem de ortaya atanların (burjuva ideologların) ona yüklediği anlam itibari ile bir ideolojiyi (ideoloji: siyasal veya toplumsal bir öğreti oluşturan, bir devletin, bir hükümetin, bir partinin, bir sınıfın ya da toplumsal bir kesimin davranışlarına yön veren politik, hukuksal, bilimsel, felsefi, dinsel, moral, estetik düşünceler bütünüdür.Karl Marks, Alman İdeolojisi) barındırır ve sermayenin dünyayı bütünleştirme ve ulusal sınırları aşma eğiliminin bir ifadesi olarak ortaya çıkar.

1997 yılında Mercedes-Benz şirketinin yönetim kurulu üyesi Lauk‘un, İstanbul‘da düzenlenen "Küreselleşmenin Nimetleri" adlı panelde yaptığı konuşmada, demokrasiyle/küreselleşme arasındaki ilişkiyi ve panelin ana teması olan "küreselleşmenin nimetlerinin neye ve kime fayda sağladığını anlatıyor ve diyor ki;

"Aslında çok daha hızlı küreselleşebilirdik, fakat iki önemli engelle karşılaştık bu süreçte: demokrasi ve trilyonlarca dolar değerindeki emeklilik fonlarının kamu, yani ulus devletlerin kontrolünde olması. Doğrudan yatırımların veya bir başka deyişle sanayinin küreselleşmesi için gerekli adımları zaten yıllardan beri kat ediyoruz. Ama artık bizim için asıl önemli olan finansal sermayemizi küreselleştirebilmek... Fakat bunun için borsalara sürekli para girişi yapılması gerekiyor ve bu para da emeklilik fonlarında yatıyor... Diğer yandan, doğrudan yatırımlarımızın küreselleşmesinde de ciddi bir direnç ile karşılaştık: Demokratik devlet yapıları. Bakın Asya sermayesi nasıl para kazanıyor. Çocuk işçi, kadın emeği, sendika, insan hakları gibi sorunlarla uğraşmıyor Asya sermayesi ve bu yüzden de kâr marjları son derece yüksek. Çünkü bu bölgede ve Güney Amerika‘da dikta yönetimleri iş başında. Fakat biz Avrupa‘da ne yapıyoruz? Yok, işçi hakları, yok sendikal haklar, yok insan hakları, yok sosyal güvenlik katkı payları sonuçta da kârımız kuşa dönüyor. Demokrasiden vazgeçmek zorundayız."

Bunları duyduğunuza inanamadığınızı düşünüyorum, ama gerçek. Yukarıda küreselleşme kavramını açıklarken "içinde hem bir gerçekliği barındırır" tanımı yapmıştık. İşte Mercedes-Benz yönetim kurulunun söyledikleri ve hepsi de gerçek.

Son 20 yılda yaşamımıza yeni yerleşen, küreselleşme, sürdürülebilirlik vb. gibi kavram/terim ve terminolojiler var. Küreselleşmede yaptığımız açıklama gibi, öncelikle anlamakta ve kavramların aslında neyin karşılığı olduğu vurgusunu birlikte çözmememize yarayacak şekilde irdelemekte fayda olacağını düşünüyorum.

Bunlardan biri, Yönetişim (Governance): Son bir kaç yıldır sıkça duyduğumuz bu kelime, yönetme ve yönetilme fiillerini aynı anda barındıran bir kavram. Bu kelime genellikle başına "küresel"(Global) sözcüğü eklenerek kullanılıyor. Verilmek istenen mesaj, "Hükümet bile olsanız yönetme ergi size ait değildir". Yönetişim terimi günümüzde şirket yönetimlerinde de sıkça kullanılıyor ve profesyonel yönetici kadrolara da aslında yönetmeyip, yönetildikleri sıkça hatırlatılıyor.

Yeni Dünya Düzeni terminolojisinde çokça kullanılan bir diğer tanımlama da; Karşılıklı Bağımlılık (Inter dependence): Bu kavramla yönetişim kavramı arasında son derece sıkı bir ilişki bulunmaktadır. Küresel bazda ekonomik entegrasyonun yaşanıyor olması dolayısıyla devletlerin ekonomik açıdan birbirlerine karşılıklı olarak bağımlı hale geldikleri, bu yüzden zaman zaman kendilerini kısıtlayıcı ama bütün tarafların yararına kararlar almalarının doğal olduğu, bu yaşananların egemenlik hakkından vazgeçmek şeklinde anlaşılmaması gerektiğine ilişkin söylemler (Dünya Ticaret Örgütü Başkanı Mike Moore‘dan) son dönemde dünyada en fazla duyulan ve tartışılan konular haline geldi. (Yılmaz, G., 2001)

Dikkat çekilmesi gereken en önemli konunun, bu iki kavramla, egemenlik, bağımsızlık, ulusların kendi kaderini tayin etme hakkı v.b.gibi, 20. yüzyıla damgasını vurmuş temel kavramlar arasındaki ilişki, küreselleşme süreci ve beraberinde getirdiği kavramların yorumlanması, değişen/dönüşen değerlerin yerinin (ne) ile ve (nasıl) doldurulmaya başlandığının bilinmesi ve tartışılması olduğunu düşünmekteyim.

Tüm bu kavramları neden/niçin diye algılamaya çalıştığımız sıralarda da, Dünya Bankası ile İMF‘nin devreye girerek,  araştırmalar yaptığı ve yaptıkları araştırmaların sonucuna göre de; suyun ticari bir mal olarak piyasalaştırılması ile oluşacak pazarın, petrol pazarından çok daha büyük olacağı sonucuna vardığını, sermayeye kar alanları açmak için oluşturulan IMF‘nin ise, yaptığı borç anlaşmalarına "su özelleştirmeleri yapmak ve/veya suyun tam maliyetle dönüşümünü sağlamak için gerekli önlemleri uygulamaya koymak" şartını koşmasının artık bir tesadüf olmadığını görüyoruz. Bu şart göz önüne alındığında; ülkemizde de kontörlü sayaçların takılmaya başlanmış olmasının su özelleştirilmesindeki "gerekli önlemleri uygulamaya" alınması konusunda otoritelerin ilk ev ödevlerini yerine getirmeye başladıklarını ve böylece de yazımın ilk başlarında sözünü ettiğim küreselleşmenin aslında bir ideoloji olduğunu ve artık doğal varlıklar üzerinde hareket alanı geliştirdiğini görmeye başlıyoruz. 

Değişen-dönüşen ve kimilerine göre gelişen dünyada önce kavramlar oluşturuluyor ve içleri hızla doldurulmaya başlanıyor. Uluslar arası kapitalist sistem 1970‘lerin başında içine düştüğü birikim krizini, küreselleşme ideolojisi ve bu ideolojiyi yaşama geçirecek olan yeni liberal politikalarla aşmaya çalışıyor. Bu politikaların özü ise metalaştırma ve piyasalaştırma ilişkisini hem yatay hem dikey olarak genişletmek olarak şekilleniyor.

Kapitalizm bir yandan daha önce giremediği coğrafyalara yayılırken diğer yandan piyasalaştıramadığı mal ve hizmetleri kapsama çabasına giriyor. Bazı ülkelerde daha önce piyasalaşmamış olan su, elektrik, gaz gibi -doğal tekel özelliği taşıdıkları için kar oranlarının yüksek olması beklenen- mal ve hizmetler sermaye için ele geçirilecek ilk hedefler arasına giriyor. Metalaştırılan her türlü ilişki, süreç, nesne hızla piyasanın konusu haline geliyor.

Yeni liberal ekonomi ve siyaseti, birbirinden keskin çizgilerle ayırarak, toplumsal yaşamın ve üretimin olabildiğince büyük bir bölümüne ekonominin egemen olmasına yol açmıştır. Bu doğrultuda dünyadaki her türlü yaşam formunun varlık nedeni olan "su" da, 1992 yılında Dublin‘de düzenlenen Su ve Çevre Konferansı‘ndan bu yana, küresel piyasa aktörleri tarafından ekonomik bir mal olarak tanımlanmakta ve üretiminden dağıtımına suyla ilgili bütün sürecin piyasa mantığıyla yönetilmesi savunulmaktadır. Böylelikle su yönetimi siyasetin dışına itilmekte ve kamunun "etkin olmayan", "istifaya yol açan" verimsiz yönetimin sona ereceği iddia edilmektedir.

Bu çerçevede son yıllarda dünyada su yönetimi konusunda önemli değişimler yaşanmaktadır. Pek çok ülkede su hizmeti ya özelleştirilmiştir ya da özelleştirilme sürecine çekilmektedir. Bolivya, Hindistan, Meksika, Filipinler gibi ülkelerde alt sınıflar için ölümcül sonuçlar ortaya çıkmakta, yoksul insanlar, yaşadıkları bölgelerden çıkan su kaynaklarını ellerinden yitirmekte, kullanma suyu bir yana sağlıklı içme suyuna dahi erişememektedir.

Başta Birleşmiş Milletler olmak üzere uluslararası kuruluşların öncülük ettiği küresel aktörler "su piyasası"nı düzenlemek üzere harekete geçmiştir.

Suyu kamu hizmetinin konusu haline getiren, dünya yüzeyindeki dağılımının eşitsizliğidir. Ancak onu piyasa konusu yapan, kapitalizmin doğayı sömürüsü sonucu, sağlıklı, güvenilir suyu doğal olarak elde etme olanağının ortadan kalkmasıdır. Ekolojik döngünün, tarım, sanayi ve turizm gibi ekonomik faaliyetler sonucu kırılması, doğanın kendini yenileme yeteneğine ket vurmuştur. Sağlıklı, güvenilir su, kıt bir mala dönüşmüştür. Küresel su krizinin, insanlığı tehdit eder boyutlara ulaştığından söz edilmektedir. Kapitalizmin küreselleştiği dünyada, suyun büyük yatırımlar gerektiren arıtma tesislerinden geçmeden tüketilmesi artık tehlikelidir. Büyük yatırımların karşılığı olan "kar", bu karı elde etmek için "rekabet" su dünyasına bu şekilde girebilmiştir.

1990‘lı yıllar, küresel su şirketlerinin dünyanın pek çok bölgesinde daha önce bir kamu hizmeti olarak kabul edilmiş olan suda özelleştirme için harekete geçtiği dönemde, Afrika, Asya ve Latin Amerika‘da pek çok hükümet bir yandan yeni liberal politikaların diğer yandan da küresel kurumların baskısı altında su hizmetlerini piyasaya açmıştır. Fransa gibi su hizmetini çok daha önceden piyasaya açmış olan bazı gelişmiş kapitalist ülkelerde yüksek karlar elde eden ve giderek çok uluslu bir yapıya evirilen su şirketleri bu süreçte az gelişmiş ülkelere yönelmiştir. Ancak bu arada açıklamakta çok ciddi yarar olduğunu düşündüğümüz bir durum vardır ki, su hizmetini çok önceden piyasaya açmış olan Fransa‘da Paris Belediyesi‘nin 2010 yılından itibaren "kent halkına daha iyi kalitede, daha iyi fiyatta ve istikrarlı bir şekilde sunmak istedikleri" için suyu tekrar kamuya döndüreceğini açıklamasıdır.

Dünya Bankası, Uluslar arası Para Fonu (IMF), Birleşmiş Milletler ve Dünya Ticaret Örgütü gibi küresel politika belirleyicileri bu süreci desteklemiştir. 1995 yılında imzalanan Hizmet Ticareti Genel Anlaşması (GATS) ile su küresel çapta ticaret konusu kabul edilmiştir.

8. Dünya Su Kongresi 1994 yılında toplanmış ve Dünya Su Konseyi‘nin kuruluş kararı alınmıştır. Bu karar ile suyun ticarileşmesinin pratiğini hazırlayacak olan en önemli aktör belirlenmiştir.

Küresel ölçekte su politikalarının belirlenmesi ve suyu piyasalaştırmanın yol haritasını belirlemek üzere organize olan her iki örgüt bu amaçla; 1997 yılında Fas‘ta toplanan Konsey, Dünya Su Forumu‘nu organize etmiş ve bu güne kadar da, 2000 yılında Hollanda‘da, 2003 yılında Japonya, 2006 yılında Meksika ve 2009 yılında İstanbul‘da olmak üzere 5. kez toplanmıştır.

Türkiye İle İlişkiler

Dünya Su Konseyi‘nin, Türkiye‘den içlerinde Devlet Su İşleri Müdürlüğü (DSİ), İstanbul Su ve Kanalizasyon İdaresi (İSKİ), Güneydoğu Anadolu Projesi (GAP) gibi kamu örgütleri, Su Vakfı gibi vakıflar ve su alanında faaliyet gösteren inşaat şirketleri olmak üzere 40‘a yakın üyesi vardır. (Kilim  Ergüzeloğlu E., Mustafa Şener, 2008)

Ulusal ve yerel su yönetimi ile ilgili kamu kurumlarını, küresel yönetişim aktörleriyle bir araya getiren böyle oluşumlar, kamu kurumlarının niteliğini, politikasını, işlevlerini derinden etkileyen dönüşümlere neden olmaktadır. 5. Dünya Su Forumu‘nun hazırlık çalışmalarını da yürüten DSİ, bu dönüşümün çarpıcı bir biçimde yaşandığı kamu kurumu olarak karşımıza çıkmaktadır. Bizler de biliyoruz ki, su politikalarının belirlenmesi ve suyu piyasalaştırmanın yol haritasını belirlemek üzere organize olan her iki örgütün amaçları bellidir ve bu anlamda da 2009 toplantısını Türkiye‘de yapılmış olması tesadüf değildir.

Türkiye‘nin su kaynaklarının kullanılması ile ilgili en son bilgi, mevcut su kaynaklarının sadece %30-35 kadarını kullanıma soktuğumuzu ve geri kalan %65.2‘lik su potansiyelini kullanamadığımız şeklindedir. Dolayısı ile DSF-5‘e ev sahipliği seçilmesinin ardında %65 su potansiyelimizin olduğu aşikârdır.

Ulusal ve uluslararası sermayenin uzunca bir süredir Türkiye‘de suyu ticarileştirme ve piyasalaştırma amacında olduğu bilinen bir gerçektir.

Küresel su politikaları ile ilgili şekillenen yol haritasından sonra ülkemiz su politikalarına gelmek istiyorum.

DSİ, ülkemiz su politikalarının belirlenmesinde en önemli kurum, ancak Devlet Su İşleri bir kamu kurumu olmasına karşın bir süredir Türkiye‘de ve bazı bölge ülkelerinde suyun piyasaya açılması doğrultusunda çalışmalar yürütmektedir. Burada, DSİ ile ilgili bir bilginizi tazelemek isterim ki; 30 Ağustos 2007 tarihinde merkezi otorite, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı‘na bağlı bulunan Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü‘nün Çevre ve Orman Bakanlığı‘na bağlanmasına dair bir kararnameyi Cumhurbaşkanı‘na göndermiş olup, aynı gün onaylanmış olması bile olağanüstü bir durumken, ülkemiz yer altı ve yer üstü sularından sorumlu olduğu halde, birçok yaşam alanı, korunan alanın da felaketinin müsebbibi olan ve olmaya devam eden DSİ, yaşam alanlarımızı korumak ve onların üzerine dışarıdan gelecek etkiler olan çevresel sorunları elemine etmekle birinci derecede sorumlu Çevre ve Orman Bakanlığı‘na bağlanıyordu. DSİ‘nin Çevre ve Orman Bakanlığı‘na transferi ile yönetim hukukunun en temel ilkelerinden biri çiğnendi. Ne yaman bir çelişkidir ki; İşi yapanla onu kontrol eden bir oldu.

Peyzaj mimarlarına göre bu durum, devletin çatısının yıkılma tehdidinin önemli işaretlerinden biri idi. DSİ‘nin pazarladığı akarsuların üzerine yapılan veya yapılması planlanan, ekonomik değeri marjinal barajlarla ilgili olarak gidilecek yasal ve hukuki bir yer yoktur artık.

DSİ ile birlikte; İller Bankası Genel Müdürlüğü ve Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğü de ulusal su yönetiminde ve planlamasında söz sahibi olan, su konusunda yatırımlar yapan, teknik destek ve finansman kaynağı sağlayan birer kamu kuruluşlarıdır. Ancak son yıllarda su hizmetinin piyasalaştırmasını zorlayan yeni liberal politikalar ile hem DSİ‘nin hem de diğer ulusal su yönetimi örgütlerinin işlevlerini yitirmekte ya da değiştirmekte olduğu görülmektedir. Özellikle DSİ bu süreçte yeni görevler üstlenmiştir. Dünya Su Konseyi içinde önemli bir yeri olan DSİ, Dünya Su Fonu hazırlık çalışmaları kapsamında, Türkiye‘deki su kaynakları konusunda envanter niteliğinde bölge çalışmaları yapılmasını sağlamış, bu toplantıların sonuçları, Dünya Su Fonu‘nda küresel su pazarına aktarılacak çok geniş bir bilgi birikimi oluşturmuştur. Böylece, Dünya Su Fonu, DSİ‘yi su kaynaklarının pazarlamasını yapan, su için yatırım gereksinimi olan bölgeleri saptayan ve küresel sermaye ve yerel şirketler arasında aracılık eden bir kuruma dönüştürmüştür.

Kamuda ciddi bir dönüşüm başlarken, yerli sermayenin sözcüsü TÜSİAD‘dan 2008 yılının Eylül ayında "Küresel Su Krizine Çözüm Arayışları: Şebeke Suyu Hizmetlerine Özel Sektör Katılımı: Dünya Örnekleri Işığında Türkiye İçin Öneriler" adını taşıyan rapor yayınlandı. Büyük ölçüde bu konudaki uluslararası metinlerin çevirisine dayanan bu Rapor‘da, Türkiye‘nin su yönetimi konusundaki özgün sorularının araştırılmadığı ve özellikle su hizmetlerinin özelleştirilmesi için bir kılavuz olarak hazırlanmış olan rapordan bazı alıntıları paylaşmak isterim. (Kilim  Ergüzeloğlu E., Mustafa Şener, 2008)

"Rapor‘da;

•·         Doğal tekel ya da siyasi tekel niteliğini taşıyan bir hizmet olan suyun özelleştirilmesi için, tıpkı telekomünikasyon ya da enerji piyasası özelleştirmelerine benzer bir yol haritası çizilmektedir. Bu süreçte su hizmetinin, özelleştirilecek parçalara ayrılması, doğal tekel niteliğinin kırılması için ilk adım olarak ortaya çıkmaktadır. Su hizmeti, suyun çıkarılması, işlenmesi, dağıtımı, atık suyun toplanması ve işlenmesi gibi belirli aşamalara ayrılabilirse özel şirketlerin bu alanda tekel oluşturmadan (piyasa düzeneğini bozmadan) faaliyet göstereceği ileri sürülmektedir

•·         Suda özelleştirme ya da özel sektör katılımının pek çok örnekte fiyatları arttırdığı kabul edilmektedir ama bununda serbest piyasa şartlarındaki çaresi bellidir: rekabet. Gerekli rekabet ortamının fiyatlardaki anormal artışları önleyeceği savunulmaktadır. Fakat "doğal tekel" niteliği taşıyan su hizmetlerinin rekabete açılabilmesi için önerilen model ikna edici bir şekilde açıklanamamıştır. Dünyadaki örnekler suda rekabetin pek de mümkün olmadığını göstermektedir. Çok uluslu su tekellerinin su piyasasına egemen olması, rekabetin tekelleşmeye engel olmadığını göstermesi açısından anlamlı bir göstergedir.

•·         Su yönetiminde klasik hizmet sunan bakanlık modelinin ve ona bağlı yatırımcı, hizmet sunan örgütlenme modellerinin terk edilmesi ve bu alanda üst kurullaşmaya gidilmesi önerilmektedir. Rapor‘un en çarpıcı noktalarından biridir. Özerk üst kurul modeli örgütlenme, piyasayı düzenleyici denetleyici bir işlev görecek, su hizmetinin küresel şirketlere açılmasına yardımcı olacaktır.

•·         Yapısal ayrışmanın kuralları, piyasaya girişte ve piyasa içinde rekabetin bozulmaması için her türlü önlemin alınması görevi oluşturulacak üst kurula verilecektir. Tarifeler ve yoksul kesime yapılacak sübvansiyonlar yine bu üst kurul tarafından belirlenecektir.

•·         Su hizmetinin ekonomik mal olduğu önermesinin kabul edilmiş ve bütün savlar bu önerme üzerine inşa edilmiş olmasıdır. Su kaynaklarının korunması bir yana, su parası olanın istediği gibi tasarruf ettiği bir metaya dönüşmüştür. Yoksul kesimlerin su hizmetinden dışlanmasına yol açan yüksek su tarifeleri önlenememiştir. Rapor‘da su krizi, su kıtlığı, su kalitesi gibi sorunların çözümünde özel sektörün başarısını kanıtlayan verilerin ortaya konulduğu söylenemez. Rapor‘un net olarak gösterdiği tek şey, su piyasasının özel sektör açısından karlı bir alan olduğudur. Öyle ki, iyi bir özelleştirme sözleşmesi, sigorta sektöründen taşeronlara birçok yan sektörü de besleyebilmektedir.

•·         Su hizmetinin sunulması için merkezi ve yerel yönetim örgütlerinin ya uluslar arası piyasalarda borçlanarak baraj, arıtma tesisi gibi yatırımlara girişmesi ya da özel sektörü bu alana davet etmesi gerekmektedir.

Sermayenin bir örgütü olması dolayısı ile TÜSİAD‘ın aklına gelmeyen alternatif ise, suyun kamusal bir hizmet olarak, olabildiğince düşük bir bedelle, bir insan hakkı olduğu göz ardı edilmeden sunulmasıdır.

Dikili Belediyesi‘nin konutlarda aylık 10 m3‘e kadar suyu bedelsiz olarak sunması, Sayıştay görevlisinin Belediye Başkanı hakkında görevi kötüye kullanma iddiasıyla Danıştay‘a başvurusuna yol açmıştır. Bu olay siyasi bir çekişme olarak yorumlanabilir ancak, bir belediye başkanının sosyal belediyecilik denemesine girişmesi, GATS gibi küresel çok farklı anlaşmalarla zaten engellenmiş durumdadır. Bedelsiz hizmet sunma, belediyenin kamu hizmeti olarak bedava su sağlaması, küresel çapta rekabeti bozacak bir etkinlik olarak değerlendirilip, herhangi bir şirketin bu konuyu DT֑de dava konusu yapmasına yol açabilmektedir.

TÜSİAD Raporu‘nda halkın su politikasına katılımını sağlayan hiçbir mekanizmanın önerilmemiş olması, sermayenin katılımcılığı ve şeffaflığını da ortaya koymaktadır. Yoksul halk için önerilen tek politika, sübvansiyondur. Bunun anlamı, devletin şirketlere, yoksul halka su götürmesi için ek parasal kaynak ayırmasıdır. Su hizmeti, yoksula yardım anlamında sadaka aracı olarak kurgulanmaktadır.

Doymak bilmez bir kar hırsıyla her şeyi metalaştıran, piyasalaştıran sermaye sınıfı söz konusu raporda sıranın suda olduğunu ilan etmiştir. Su için ön görülen yeni düzenlemelerin kimin yararına ve hangi sınıfın çıkarına olduğu bu belgede net bir biçimde ortaya konmuştur. Dünyada pek çok ülkede özelleştirmeyle birlikte su fiyatlarında ciddi artışlar görüldüğünü kabul eden rapor, sosyal devletin tümüyle tasfiye edildiği bir süreçte yoksullara bilindik reçeteyi yazmaktadır; sübvansiyon adı altında "sadaka ekonomisi!

Yerli sermaye, suyun metalaştırılması konularında Avrupa direktiflerinin bire bir çevirileri ile önce küreselleşmenin sonra yönetişimin ve ardından karşılıklı bağımlılık ilişkisi konularının ezberlerine çalışırken, merkezi otorite de ödevlerini sıkı çalışmış olduğunu belli eden icraatlarına devam etti ve su ile ilgili devam etti ve hepimizin bildiği gibi özellikle 2007 yılında siyasal bir afet yaratarak akarsularımızın satılacağını açıkladı. Gerekçeleri ise; ülkenin sürdürülebilir kalkınması, enerji yatırımları ve orman köylerine alternatif geçim kaynakları yaratılmasıydı.

Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Sn. Taner Yıldız, küresel ısınma, kuraklık ve su krizini bahane ederek, akarsuların işletme haklarının yap-işlet-devret modeliyle özel sektöre bırakılacağını açıkladı. Sonra, Türkiye‘nin enerji açığını kapatabilmek amacıyla akarsularımızın kullanım hakkı, üzerlerinde enerji tesisleri kurmak amacıyla şirketlere devredilmeye başlandığında ise sularımızın ticarileştirilmesi olan asıl amaçlarını destekleyen başka bir siyasi daha; Çevre ve Orman Bakanı Sn. Veysel Eroğlu, boşa akan suların değerlendirildiğini "akarsular boşa mı aksın, akan suyun ne gibi işlevleri bulunmaktadır" soruları ile amacı destekleyen ama kendi bulunduğu kurumun asli görevlerini unutarak, bu günkü siyasi otoritenin ideolojisini perçinledi.

Asıl hedefi HES yatırımları yaparak enerji üretmek olmayıp, para kazanmak olan bazı kişiler ise yılda 8-10 milyar doların boş yere denizlere aktığından bahsetti.

Doğaya, sonuçta insanlığa verilen ve geri dönüş telafisi olmayan, doğada yıkım yaratacak bu zararların herhangi bir parasal karşılığı olup olmayacağı konusundaki tüm toplumsal direnişe ise kulak asmadılar.

Tüm bu yaşananların sonunda, küresel su politikalarının ülkemize yansıması, suyun ticari bir mal olduğu, alınıp satılabilecek bir değer olduğu;  derelerin, akarsuların, yer altı ve yer üstü sularının ve göl kaynaklarının hızla yok oluşa doğru sürüklenmesi şeklinde oldu.

Türkiye‘de Trakya‘dan Tortuma, Artvin‘den Yuvarlakçay‘a kadar 2100 dere ve akarsuyun satıldığını, su kaynaklarının satılmasındaki temel gerekçe olarak HES (Hidro Elektrik Santrali) kurarak elektrik elde etmek istenmesi şeklindeki ifadeleri olduğunu biliyoruz. Suyu değil, suyu ranta tahvil etmeyi ön planda tutan Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü ile ilgili bir anekdotu paylaşmak isterim sizinle; Su ve DSİ Tarihi, DSİ Vakfı kayıtlarında, "Mühendis: bu nehirlere ALTIN‘dan kelepçe vurmak mecburiyetindedir. Bunun adı barajdır, regülatördür, kanaldır, gölettir, taşkından korumadır, sulak alanların değerlendirilmesidir" olarak tanımlanmaktadır.  Bu tanımı özellikle verdim, çünkü mühendisliği böylesi tanımlayan bir kurumun bu gün geldiği durumu anlamakta zorluk çekmememiz gerekiyor. DSİ‘nin yorumladığı mühendisliğin yanısıra, Anayasa‘nın 135. Maddesi ile kurulmuş olan Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği ise, bu ülkenin mühendis ve mimar çocuklarını "Yüreğimizdeki insan sevgisi ve yurtseverliği, baskı ve zulüm yöntemlerinin söküp atamayacağı bilinci içerisinde, bilim ve tekniği emperyalizm ve sömürgenlerin değil, emekçi halkımızın hizmetine sunmak için, her çabayı güçlendirerek sürdürme yolunda inançlı ve kararlıyız (Öztürk T.,1996, TMMOB 24. Genel Kurul)şiarı ile görevlendirmektedir.

Dünya Su Forumu İstanbul‘da yapıldığı günlerde, suyun ticarileşmesine hayır platformunda çalışan ve kamuoyu bilgilendirme çalışmaları yapan bir arkadaşımız, binmiş olduğu takside şöfor beyle sohbet ediyor ve diyor ki;

-İstanbul‘da dünyanın başına bela olan sermayedarlar (yerlisi-yabancısı), onu temsil eden uzman, akademisyen, teknisyenler ve bunlar için yolu açan siyasi otoriteler bir araya geliyorlar. Evlerimizde akan suyu, doğada özgür çağlayan nehir ve dereleri pazarlamanın altyapısını hazırlamak için bir araya geliyorlar haberiniz yok mu?"

Taksi şoförü; - Dereler, nehirler de satılır mı? diye hafif bir kızgınlıkla cevap veriyor.

Örneklerle Türkiye‘deki derelere, çaylara takılan altın kelepçeden bahsediyor arkadaşımız. Ve elinde tuttuğu pet şişeyi gösteriyor. O zaman taksici arkadaş: -Arkadaşım bunlar tıpkı kemirgenler gibiler, bir yeri kemirmeden önce dokuları uyuşturan bir enzim salgılıyorlar ve o zaman kemirmelerini hissetmiyoruz" diyor.

İşte bu noktada "suların satılmasına hayır" dememizin yeterli olmadığını, eksik kaldığını görüyoruz. İnsanı, doğayı ve bir bütün olarak yaşamı kemirenlerin ne tür enzimler yaydıklarının açığa çıkarılması gerekiyor. Nasıl uyuşturuluyoruz, nasıl bu sevimsiz oyunun farkında olmuyoruz, daha da kötüsü nasıl bu sürecin parçaları haline getiriliyoruz.

Behice Boran ‘ın bir sözü geliyor aklıma "Cesaret tek bir sesle başlar"

Bu gün burada bir kez daha tek ses vardır. SU HALKINDIR... SATILAMAZ

Ve bu sesin sahibi cesur insanlardır.

 

KAYNAKLAR

Yılmaz, G., 2001. Küreselleşme Sürecinde Devletlerin Rolü. İfmc-İktisat Dergisi, İstanbul.

Marks,K., Engels F. Çev. Belli, S. 1999. Alman İdeolojisi (Feuerbach). Kitap Yurdu Yayınları, Ankara.

Kilim  Ergüzeloğlu, E., Şener, M. 2008. Su Politiktir: Küresel Su Politikalarının Ulusal ve Yerel Ölçekte Yansımaları. Mersin Kent Sempozyumu. TMMOB yayınları, Mersin.

 

 

 

Okunma Sayısı: 2371